
Hak, hukuk düzeninin bireylere tanıdığı ve korunmasını sağladığı yetki olarak tanımlanır. Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, ifade özgürlüğü gibi haklar, modern toplumların temelini oluşturur. Ancak bu kavram, insanlık tarihi boyunca her zaman bugünkü anlamıyla var olmamıştır. Antik ve ortaçağ toplumlarında “hak”tan çok “görev” ve “statü” ön plandaydı; bireyin konumu, mensup olduğu aileye, sınıfa veya topluluğa göre belirlenirdi.
Hak kavramının bireye odaklanan modern anlamıyla ortaya çıkışı, Aydınlanma Çağı düşünürleri sayesinde olmuştur. John Locke gibi düşünürler, insanların doğuştan gelen, devredilemez ve vazgeçilemez haklara sahip olduğu (doğal hukuk) fikrini ortaya attılar. Bu fikir, Amerikan ve Fransız Devrimleri’ne ilham vererek, temel hakların anayasalarda güvence altına alınmasının yolunu açtı. Artık haklar, bir kralın veya devletin lütfu değil, insanın sırf insan olmasından kaynaklanan doğal bir kazanımı olarak görülmeye başlandı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı büyük yıkım ise, hak kavramının evrenselleşmesinde bir dönüm noktası oldu. 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile devletler, tüm insanların sahip olduğu temel hakları tanımayı ve korumayı taahhüt ettiler. Günümüzde hak kavramı, sadece ulusal hukukların değil, aynı zamanda uluslararası hukukun da merkezinde yer almaktadır. Bu evrenselleşme, insan onurunu koruma mücadelesinin en önemli kazanımıdır.


